28 Ağustos 2009 Cuma

İstanbul'da Yaşamanın Bedeli...

foto: O.A.-05.2007
Yatırım bankası UBS’in 73 dünya kentinde yaşam pahalılığını incelediği raporda alım gücünü karşılaştırmak için Economist dergisinin Big Mac Endeksi kullanıldı. Banka tüm dünyada standart olan bazı temel ürünlerin hangi şehirde kaç dakika çalışılarak satın alınabildiğini hesapladı.
Rapora göre bir Big Mac almak için İstanbul’da çalışıp yaşayan bir kişi 48 dakika çalışıyor. Parisliler’in ise 20 dakikada kazandığı para meşhur iki köfteli hamburgeri almaya yetiyor. Dünya ortalaması 37 dakika. İstanbul’da bir kilo pirinç almak için 43 dakika, Paris’te 20 dakika çalışmak gerekiyor. Rapora alınan 73 kentte ise bir kilo pirinç ortalama 22 dakika çalışarak satın alınabiliyor.
Bir adet iPod Nano 8GB alabilmek için Parisliler 15 saat çalışıyor. Yani 1,8 günlük maaşlarıyla bu cihazı satın alabiliyorlar. İstanbullular’in ise 56 saat, yani 7 gün çalışması gerekiyor! İstanbulluların daha rahat ettiği tek alan ekmek. İstanbul’da bir kişi 12 dakika çalıştıktan sonra bir kilo ekmek alabiliyor. Paris’te ise 22 dakika çalışması gerekiyor. Ne de olsa bagetin başkentinde ekmek üretirken malzemeden kaçmak pek kolay değil. Dünya ortalaması 25 dakika.
Rapora göre 2000 yılında çıkarılan 35 saat çalışma yasasıyla iyice hantallaşan Fransızlar yılda 1.594 saat çalışarak “çalışkanlık” listesinin sonunda yer alıyor. İstanbullular ise 2.152 saatle 1.902 saat olan dünya ortalamasının üzerinde. Neden? Çünkü Fransızlar’ın hem çalışma günleri daha kısa hem de daha fazla izin yapıyorlar. Tam zamanlı çalışan tüm Fransızlar yılda 5 hafta izin hakkına sahip. Rapora göre Paris’te çalışan bir kişi yılda ortalama 28 gün, İstanbul’da ise 20 gün izin yapıyor.
Rapor 14 farklı mesleğin ortalama maaşlarına göre şehirlerdeki ortalama kazancı da hesapladı. Buna göre dünyada en yüksek maaşlar Kopenhag’da. Paris 22, İstanbul ise 47’nci sırada yer alıyor. Kopenhag’da 125,5 birim olan maaş ortalaması, Paris’te 68,8 İstanbul’da 22,2 birimde kalıyor. Fransa’da maaşlar çok daha yüksek olduğu halde Paris ve İstanbul’da vergi ve diğer kesintilerin oranı hemen hemen aynı. Paris’te brüt maaşın yüzde 26’sı, İstanbul’da ise ortalama yüzde 25’i kesintiye gidiyor.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Bana Ne Dinlediğini Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim...

Karikatür: Faruken Bayraktare
Cambridge Üniversitesi’ndeki araştırmacılar insanların, müziği kendi kişiliklerini tanımlamak ve diğerleri hakkında fikir sahibi olmak için kullandıklarını söylemişler. Dr. Jason Rentfrow “Varsayımlarımız doğru olmasa bile, birisine ne tür müzikten hoşlandığını sorarak onunla ilgili güçlü bir izlenim ediniyoruz” demiş. Çalışma sırasında örnek gruplar, kişilerin müzik zevklerine bağlı olarak karakterleri, değerler, sosyal sınıflar ve etnik kimliklerle ilgili hep aynı varsayımları yapmışlar. Toplumdaki kalıplaşmış yargılara göre klasik müzik dinleyenler; üst sınıf, entelektüel, çekici olmayan ve sıkıcı, caz müzik dinleyenler; cana yakın, duygusal açıdan dengeli ve sorumluluk duygusu sınırlı, rap müzik dinleyenler; alt sınıf, atletik, enerjik ve muhalif, rock müzik dinleyenlerse; asi, artistik ve duygusal açıdan dengesiz olarak değerlendiriliyormuş. Dr.Rentfrow “You are what you listen to” (ne dinliyorsanız O’sunuz) başlıklı çalışması ile, müziğin kalıplaşmış yargılar ve sosyal önyargıları nasıl güçlendirdiğini gösterdiğini söylemiş.
Beri yandan İskoçya’nın Heriott Watt Üniversitesi ‘nden Profesör Adrian North’un tüm dünyadan 36.000’den fazla kişinin katılımıyla yaptığı bir çalışmanın sonuçlarına göre, müzik zevkleri ve kişilik özellikleri yakından ilişkiliymiş. Profesör North araştırmanın bulguları ile ilgili en şaşırtıcı olanlardan birisinin klasik müzik sevenler ve heavy metal sevenler arasında olduğunu söylemiş: "Her iki grup da yaratıcı ve rahat fakat sosyal değiller. Kalıplaşmış yargılara göre heavy metal sevenler aşırı derecede depresif, kendileri ve toplum için bir tehlike olarak görülür. Fakat aslında oldukça duyarlı ve hassaslar.” Çalışmadan şimdiye kadar şu sonuçlar çıkarılmış:
(web.sls.hw.ac.uk/North/Press%20releasesept.doc)
Çalışma hala devam ediyormuş, ben de katılayım ve benim de çorbada tuzum olsun diyorsanız işte anketin adresi: http://www.peopleintomusic.com/

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Pablolardan Bir Demet...

“Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar... 
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar...
Girizgâhı yazıda geçen üç Pablo’dan Neruda soyadlı olanın, mesajı gayet açık ve net olan şiiriyle yaptıktan sonra Cannes Film Festivali’nde Uruguay’a ilk kez ödül kazandırmış ve 2005 Goya Ödülleri’nde en iyi İspanyolca yabancı film seçilmiş olan Whisky adlı filme geçelim. 1974 Uruguay doğumlu Juan Pablo Rebella ile Pablo Stoll ikilisinin yönetmenliğini yaptıkları Whisky, monoton yaşamlar ve yalnızlığın basit fakat etkileyici bir anlatımla verildiği, Pablo Neruda’nın şiirindeki gibi ‘ağır ölümü’ insana resmen hissettiren, izlerken hüzünlendiren ve izledikten sonra da yaşama hareket katma ihtiyacı hissettiren bir film.

Yönetmenler filmin başlangıcında bize tekrar tekrar aynı sahneleri izlettiriyor; Jacobo Koller her sabah aynı saatte kalkıyor, aynı yerde aynı şeylerle kahvaltısını yapıyor; arabasıyla aynı yollardan geçerek sahibi olduğu ve işlerin pek de iyi gitmediği çorap atölyesine gidiyor; sağ kolu ve yirmi yıllık çalışanı Martha onu aynı yerde bekliyor, atölyeye girdiklerinde aynı sırayla ışıkları açıp, makineleri çalıştırıyorlar vs. İkisinin de hayatı o kadar rutine binmiş ki günleri neredeyse birbirinin tıpatıp aynısı. Jacobo’nun Herman adında bir erkek kardeşi var. Evde hasta annesinin bakımını üstlenen ve onun ölümünden sonra da iyice yalnızlaşan Jacobo’ya karşılık, daha enerjik ve girişken gibi görünen kardeşi annesiyle ilgili sorumluluklardan kaçmış ve Brezilya’ya yerleşmiş. Bu nedenle iki kardeşin iletişimi ve ilişkileri biraz kopmuş. Herman’ın, annelerinin ölümünün birinci yıldönümü için Uruguay’a gelmesi, Jacobo’nun kendisine göre daha başarılı olan kardeşinin altında kalmamak için Martha’dan bu sürede eşi gibi davranmasını istemesi ve iş dışında ilk defa birlikte olmaları, Herman’ın teklifi ile üçlünün birlikte kısa bir tatile çıkmaları sayesinde olayların akışındaki tekdüzelik biraz olsun değişiyor.
Andre Pazos ve 2004 Tokyo Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanmış Mirella Pascual’ın başarılı oyunculuklarıyla deyim yerindeyse insanı mest eden bir film. Benim film için notum 8,5/10
Son not olarak filmi yöneten Pablo’lardan Rebella, 2006 yılında Montevideo’daki apartman dairesinde intihar ederek hayatına son vermiş...
Yönetmenler: Juan Pablo Rebella & Pablo Stoll
Oyuncular: Andre Pazos, Mirella Pascual, Jorge Bolani, Daniel Hendler, Ana Katz
Yapım yılı: 2004

11 Ağustos 2009 Salı

Hayata Yeniden Başlamak…

Karikatür: Bülent Üstün
Radiohead’in güzide şarkısı “how to disappear completely” adını yazar Doug Richmond’un 1997 yılında yayımlanmış ve “tamamen yok olmak ve asla bulunamamak” diye tercüme edebileceğimiz “How to disappear completely and never be found” adlı kitaptan almış. Yazar kitabında geçmişin dertlerinden ve yüklerinden kurtulmak için ölmüş gibi yaparak hayata yeniden başlama konusunu ele almış; “pseudocide” diye tanımladığı sahte ölüm konusunda bilgiler vermiş. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de nasıl hareket edilmesi gerektiğini açıklamış.
O kadar abartılı şekilde olmasa da hayatından memnun olmayan ya da problemleri olan hemen hemen her insan için hayata tekrar başlayabilme fikri çok çekicidir herhalde. Tümden değişim genellikle tek bir bakış açısına dayanır ve büyük ihtimalle diğer faktörleri göz ardı eder. Aldatıcı görünüşe odaklanarak sürekli olarak başka bir yere gitme, piyangodan para kazanma ya da evlenme gibi bir değişikliğin mutluluğumuz üzerinde çok büyük bir etki yapacağını düşünürüz, sayısız değişkenlerden bir ya da ikisini düzenleyerek yepyeni bir başlangıç yapabileceğimize inanırız. Fakat gerçekte mutluluk konusuna sonsuz bilinmeyen etki edeceği için iş o kadar da kolay olmayacaktır.
Yeniden başlangıç kavramı genellikle kişilik özelliklerimizin üstesinden gelebileceğimizi ve değişim için bunlardan bazılarını ortadan kaldırabileceğimizi varsayar, yani bizi tanımlayan bu özellikleri ortadan kaldırmamız gerektiğini öngörür ki kafaya darbe gibi fiziksel bir etki olmadan bunu gerçekleştirebilmek de çok mümkün müdür acaba? Evet o da mümkündür, hayatta mümkün olmayan ne var ki?

7 Ağustos 2009 Cuma

En İyi Yiyip Yatanlar Fransızlarmış...

Yayınlanan bir araştırmaya göre dünyadaki tüm müreffeh ülkeler arasında uyumayı ve yemeyi en çok sevenler Fransızlarmış. Ortalama bir Fransız vatandaşı her gün yaklaşık 9 saat uyumaktaymış. 18 OECD ülkesinde yapılan araştırmada Fransızları günde ortalama 8,5 saatten fazla uyuyan Amerikalılar takip etmiş. Siesta alışkanlıklarına rağmen İspanyollar 3. sırada çıkabilmiş. En az uyuyanlar ise Japonlar ve Korelilermiş. Bunun yanında Fransızlar yemek yemeye günde iki saatten fazla zaman ayırıyorlarmış, bu işe yaklaşık 1 saat ayırabilen Meksikalıların ikiye katlamışlar. Uyku konusunda cimri olan ve uzun saatler boyunca çalışan Japonlar buna karşılık yemeğe yaklaşık iki saat ayırarak, Yeni Zelandalıların ardından 3. sıraya yerleşmişler. Japonlar çok sınırlı olan boş vakitlerini de televizyon izleyerek ya da radyo dinleyerek geçirmeyi seviyorlarmış. Boş zamanlarının %47’si bu işlerle geçiyormuş. Biz Türkler ise boş vakitlerimizin üçte birinden fazlasını arkadaşlara ayırıyormuşuz. Enteresanmış...
Kaynak: http://www.reuters.com/article/lifestyleMolt/idUSTRE5432D420090504

6 Ağustos 2009 Perşembe

Facebook'tan Narsistlerin Belirlenmesi...

Narsist adamın biri barda bir kadınla tanışır ve eve giderler. Adam bütün gece kendisini över "ben çok akıllıyım, süperim, şöyleyim, böyleyim, vs." Kadının iyice canı sıkılır ve geldiğine pişman olur. Adam bir süre sonra: "Bütün gece hep ben konuştum, istersen biraz da senden bahsedelim.” Kadın sevinir. Adam: “Söyle bakalım, en çok neremi beğeniyorsun?"
Narsistler başkalarının ihtiyaç ve haklarını düşünmeden kendilerini öne plana çıkarmaya çalışan, her şeyi istedikleri gibi yönlendirebilmek için başkalarından faydalanan, kendi mutluluklarından çok karşı tarafın kendilerine hayranlık duymasını önemsedikleri için de hiç bir zaman tatmin olamayan kişilermiş.
Georgia Üniversitesinde yapılan bir araştırmaya göre Facebook gibi sosyal iletişim ağları kişinin narsist olup olmadığının anlaşılmasında kullanılabilirmiş.
Doçent Keith Campbell ile birlikte çalışan doktora öğrencisi Laura Buffardi şöyle demiş: “Narsist kişilerin başkaları tarafından fark edilmek için, Facebook’u kendilerini ön plana çıkartacak şekilde kullandıklarını tespit ettik.” Araştırmacılar yaklaşık 130 Facebook kullanıcısına kişilik anketi yapmış ve sayfalarının içeriğini incelemişler. Bunun sonucunda Facebook’taki kişilerin profillerindeki arkadaş sayısının ve duvar yazılarının narsistlik derecesiyle ile korelasyon içinde olduğu kanısına varmışlar.
Buffardi bunun narsist kişilerin gerçek dünyadaki davranış şekilleriyle örtüştüğünü söylemiş; sayıca fazla fakat yüzeysel ilişkiler. Narsistlerin profillerinde daha göz alıcı ve kendilerini ön plana çıkaran fotoğrafları seçme eğilimde olduklarını söylemiş.
Campbell ise narsisizmin uzun süreli ve sağlıklı ilişkiler kurmayı engellediğini söylemiş. Narsistlerin başlangıçta çekici görülebileceklerini fakat ilişkilerinin kişileri kendi avantajları için kullanmayla çalışmakla sonuçlanacağını, uzun vadede çevrelerindeki insanları kıracaklarını ve kendilerine de zarar vereceklerini söylemiş.
Campbell: “Sosyal iletişim ağları ile ilgili çalışmalar daha çok yeni olduğundan, Internette sosyal ilişki kurallarının nasıl değişeceğini tahmin etmek için çok erken. Son 5-6 yılda büyük bir sosyal değişim geçirdik, neredeyse tüm öğrenciler ilişkilerini Facebook vasıtasıyla kuruyor. Bu yeni anlaşılmaya başlayan tamamen yeni bir sosyal dünya” buyurmuş.
Evet, Facebook arkadaşlarını seçerken dikkatli olmak lazım diyorum. Alaasmaladık…

9 Mart 2009 Pazartesi

Pireler ve Sokrates...

foto: o.a.05-2007
Bir grup bilim adamı, bir grup pireyi bir kavanoza koyup, kapağını sıkıca kapatmış. Zavallı pireler kavanozun içinde zıplamaya, zıpladıkça kavanozun kapağına çarpıp düşmeye başlamışlar. Bir süre sonra pireler zıplama mesafelerini kavanozun kapağına çarpmayacak şekilde ayarlamaya başlamışlar. Deneyin ikinci aşamasında bilim adamları kavanozun kapağını açmışlar. Pireler kapak açılmasına rağmen, yine bir kavanoz boyu zıplamaya devam etmişler!
Bu deneyden çıkan şöylesi bir sonuç çıkarmışlar; doğadaki her canlı tür, değişen çevre koşullarına ve dayatmalara uyum göstermeye yatkındır, bir pire bile, deneme-yanılma-öğrenme yoluyla şartlanmakta ve doğal davranışlarının yerine istem dışı alışkanlıklar ikâme edebilmektedir... Bu teze bakıldığında pire ya da insan fark etmemekte, her tür canlı, içinde yaşadığı çevrenin şartlarını zamanla salt doğru, uyulması zorunlu bir yaşam biçimi olarak kabullenmekte, davranışlarını buna göre şekillendirmekte ve sınırlamaktadır. Sorgulanmadan ve tartışmasız kabul edilen yargılara, varolan düzene, dışarıdan belirlenmiş düşüncelere aykırı davranmak cesaret ister ve kişiyi feylesof Sokrates’in misali yalnız bırakabilir. Kişi, hakkında olumsuz sözler işitebilir, eleştirilebilir ve toplum tarafından kabul görmemenin ağırlığı altında ezilebilir işte o vakit kolay çözüm olarak pire gibi yaşamayı seçebilir. Evet...

15 Şubat 2009 Pazar

Şans Faktörü...

Şans sihirli bir yetenek ya da tanrıların bağışladığı bir hediye değil aksine ruhsal durummuş; bir tür düşünme ve davranma şekliymiş. Newsweek dergisinden bilhassa sizin için özetleyivirdim :)
"Prof. Richard Wiseman, elinize sadece bir gazete tutuşturup sizden gazetenin sayfalarında kaç fotoğraf olduğunu saymanızı rica etmek yoluyla şanslı mı, yoksa şanssız mı olduğunuzu söyleyebiliyor. Kimileri bu işi birkaç saniyede bitirirken, bütün resimleri saymak için kimileri birkaç dakikaya ihtiyaç duyuyor. Ama bunun sebebi, bazı insanların diğerlerinden daha iyi sayı sayabilmesi değil. İşin sırrı, Wiseman’in ikinci sayfaya 2,5 santimetrelik puntoyla yazdığı kocaman mesajda saklı: Saymayı bırakın! Bu gazetede 43 fotoğraf var. İster inanın ister inanmayın, pek çok insan gazetedeki bu koskoca başlığı gözden kaçırıyor. O başlığı göremeyecek kadar fotoğrafları saymakla meşguller. Koca duyuru bir aldatmaca değil. Gazetede gerçekten de 43 fotoğraf var. Profesör Wiseman’ın bulgularına göre, duyuruyu hemen gördüyseniz, tesadüfen karşınıza çıkabilecek fırsatlardan yararlanmaya açık, şanslı bir kişi olma ihtimaliniz yüksek. Aksine, mesajı fark etmiyorsanız bu, sizin tesadüfi fırsatları kaçırma ihtimali nispeten yüksek ve genellikle şanssız bir kişi olduğunuzu gösteriyor. Psikologlar buna “bakan körlük” diyor. Gerçekten dikkatimizi vermediğimiz zaman bazı şeyleri görmeyiz.
Wiseman’a göre, şanslı insanlar genellikle rahat ve (gazete deneyinde koskoca harflerle yazılan başlık gibi) hayatın fırsatlarına açıktır. Ancak şanssız insanlar daha gergin, asabi ve içe kapanıklar.
Hayatımız ve şansımız üzerinde bizim farkına vardığımızdan daha çok kontrolümüz var. İtalyan Rönesans filozofu Niccolo Machiavelli’nin zamanında, büyük düşünür ve yazarlar, hayatta ne oluyorsa bunun yüzde 50’sini ya da daha fazlasını şansın (ya da Roma şans tanrıçası Fortuna’nın) belirlediğini tartışmıştı. Wiseman buna hiç olasılık vermiyor. Ona göre hayatımızın yalnızca yüzde 10’unun rastlantısal olduğuna inanıyor. Geri kalan yüzde 90 “aslında nasıl düşündüğünüz” ile şekilleniyor. Farklı bir deyişle hayatınızda gerçekleşenlerin onda dokuzu tavrınız ve davranışlarınız tarafından belirleniyor. Şanslı insanlar daha sık fırsatlarla karşılaşır. “Doğru zamanda, doğru yerde olmak aslında tamamen doğru ruh yapısıyla ilgilidir” diyor Wiseman. Hayat hakkında daha rahat davranırlar ve etraflarındaki dünyayı daha yüksek bir algıyla yönlendirirler. En basiti, diğer insanların kaçırdıkları fırsatları kolayca fark edip değerlendirirler. Aslında kaderinizi hayal edebileceğinizden daha çok kontrol ediyorsunuz. Farklılığı zihniyetiniz yaratıyor. En kötü durumlarda şansınızı siz yaratırsınız."
Arkadaşım ben bu konuyu daha detaylı okumak istiyorum diyosanız işte makalenin kaynağı;
http://www.newsweekturkiye.com.tr/haberler/detay/25215/Sansin-bilimsel-analizi-ve-kriz-IQ-su ve de bahsi geçen üstadın blogu; http://richardwiseman.wordpress.com/